This is default featured slide 1 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 2 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 3 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 4 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

This is default featured slide 5 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.

17 Eylül 2015 Perşembe

ARSENİK İLE KİRLENMİŞ SULARIN SİGARA KÜLÜ İLE TEMİZLENMESİ



 Bilim insanları, arsenik ile kontamine olan sulardan arseniği temizlemenin yolunu buldular. Buldukları temizleme yöntemi de oldukça uygun fiyatlı ve kolay uygulanabilir yöntem olan sigara külü sayesindedir. 
Maden ve diğer endüstrilerin yüzünden Çin, Macaristan, Şili ve Meksika gibi şehirlerde yeraltı suları toksik olan arsenik ile yüksek seviyelerde kontamine olmuş durumdadır. Bu zehir, kokusuz ve tatsız olduğu için varlığının saptanması oldukça zordur. Ayrıca arsenik, deri renginde solma, baş ağrısı, kısmi felç ve diğer bir çok ciddi sağlık problemlerine neden olmaktadır.
Suların arsenikten arındırılması teknolojik olarak çoktan uygulanmasına rağmen bu yöntemler oldukça pahalı ve oldukça fazla  uzmanlık gerektiren bir iştir. Aynı zamanda kırsal ve gelişmekte olan bölgelerde kullanımı elverişsizdir.
Bilim insanları, bu sorunun çözümü için doğal atık maddelerin kullanılmasını denemeye başlamışlardır.
Pekin'de North China Electrical Power University'de Jiaxing Li tarafından yapılan çalışmalarda sigara külünün diğer yöntemlere göre daha iyi olup olmadığını araştırmıştır. 
Bilim insanları sigara külünü alüminyum oksit ile birleştirerek kontamine olmuş yeraltı sularında denemişlerdir. Bu uygulama suları arsenikten %96'dan daha fazla oranda temizlemiş ve Dünya Sağlık Örgütü standartlarına göre güvenli bir seviyeye düşürmüştür.
Sigara külü yardımı ile suların arsenikten arındırılması oldukça maliyetlidir. Çünkü her gün dünyanın yaklaşık yer yerinde sigara kullanımı sonucu bu küller yayılmaktadır.  Bilim insanları bu çalışmayla ilgili raporlarını American Chemical Society's Industrial& Engineering Chemistry Research dergisinde yayınlamışlardır. 
Yakın zamanda bu çalışmaya benzer olarak sigara izmaritinin ve arseniğin temizlenmesi üzerine araştırmalar yapılacaktır.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

KAHVENİN HASTALIKLAR ÜZERİNE ETKİSİ

     

 Son yapılan çalışmalara göre, kahvenin bazı hastalıklar üzerinde etkileri olduğu gözlenmiştir.  Kahve ve yeşil çayı birlikte kullananların felç riskinin daha az olduğu bulunmuştur. Düzenli olarak günde bir bardak kahve içenlerin, ara sıra kahve içen insanlara göre  %20 daha az oranda felç riski taşıdığı, aynı şekilde düzenli olarak günde 2-3 bardak yeşil çay içenlerin ara sıra içenlere göre  %14 oranda daha az felç riski taşıdığı gözlenmiştir.
  Fazla miktarda kahve kullanımının kalp rahatsızlıklarını arttırdığı düşüncesi bilim insanları tarafından çürütülmüştür. Yapılan araştırmalarda günde 3 bardaktan fazla kahve içmenin herhangi bir kalp rahatsızlığını tetiklemediği fakat kahveyle birlikte sigara içen insanlarda kalp rahatsızlığının görülme ihtimalinin daha fazla olduğunun sonucuna varmışlardır. 
   Fakat kahve düşünüldüğü kadar da masum bir içecek değildir. Günde iki bardaktan fazla kahve göz tansiyonu riskini %66 oranda arttırmaktadır. 30 yıldır yapılan araştırmaların sonucu olarak kahve tiryakiliği 50 yaşından sonra körlükle bile sonuçlanabiliyor. Araştırmacıların, 40 yaşlarında 78 bin kadın ve 41 bin erkeği 30 yıl boyunca izledi ve göz muayeneleri sürekli olarak yapıldı. İncelemeye katılan kişilerde glokomları (göz tansiyonu) bulunmuyordu. Her iki yılda bir katılımcılara beslenme alışkanlıkları, alkolsüz, kafeinli-kafeinsiz içecek ve çikolata kullanımları soruldu. Günde iki bardaktan fazla kafeini içecek kullananların kullanmayanlara oranla glokom riskinin  %66 arttığı gözlendi. 50 yaşından sonra özellikle kadınlarda göz tansiyonunun arttığı ve körlüğe kadar gittiği açıklandı. Kısacası kahve kullanımı arttıkça glokom riski aynı oranda artmaktadır.
   Bir bardak kahve içerisinde su, protein, şeker, tanik asit, alkoloitler ve kafein barındırır. Sabah içilen bir bardak kahve dikkati arttırır, stresi azaltır. Gün boyunca konsantre olmuş bir şekilde çalışabilirsiniz. Bunu sağlayan kahve içindeki kafeindir. Beyin gün içerisinde adenozin maddesi salgılar ve bu madde sinir reseptörlerini uyararak size yorgunluk hissi verir. Kafein ise adenozin maddesine direnir ve reseptörleri bloke eder. Kahveyi düzenli olarak tüketmeyen kişilerin geceleri uykuları kaçarken, kahveyi düzenli olarak içen kişilerde bu etki azalmaktadır . Bunun nedeni adenozin reseptörlerindeki artış ile kafein alınmasına rağmen bunun yeterli olmaması ve kafeinin yeteri kadar etki göstermemesindendir. 
Kahve, şeker hastalığını etkiliyor. Yapılan araştırmalarda, günde 4 fincan yani 600 ml kahve içenlerin, bir bardak içenlere oranla tip-2 şeker hastalığına yakalanma ihtimalinin %23 daha az olduğu gözlenmiştir. Araştırmacılar ayrıca kafeinsiz kahve tüketiminin de aynı sonucu verdiğini bulmuştur.
Çay ve kahve Alzheimer' a karşı
Günlük yaşamın koşuşturması, yeteri kadar kitap okumama, stres gibi nedenlerden kaynaklanan unutkanlığa karşı beyni yormak ve bol bol çalıştırmak gereklidir. İsveçli ve Finli nörologların çalışmalarına göre, kahve içmenin Alzheimer hastalığına yakalanma oranını yarı yarıya azalttığını buldular. Kafein maddesinin, Alzheimer oluşumunda etkili olan beta amiloid birikimini azalttığı ve böylece bu hastalığın oluşmasını engellediğini gözlenmiştir. Birçok araştırmacının ortak fikri olan , kafeinin sinir hücrelerini koruduğu düşüncesi bu araştırmalar ile güçlenmiştir.

14 Temmuz 2015 Salı

HÜCRE BÖLÜNMESİNDE KROMOZOMLARIN AKTİF ROLÜ OLDUĞU BULUNDU !




Kanadalı ve İngiliz araştırmacılar, hayvan hücrelerinde bölünmede aktif rol oynayan kromozomları keşfettiler. Bir hücre bölünme aşamasına geldiğinde, bu hücreden iki kardeş hücre meydana gelir-sitokinez-. Bu olay Gilley Hickson'un da dahil olduğu araştırmacılarda oluşan bir grup tarafından gözlenmiştir.
Hücre bölünmesi, bütün yaşam formlarında temel bir iştir: İnsan vücudu tek bir hücrenin gelişmesinden meydana gelmiştir. Bütün doku tiplerini meydana getirmek için milyarlarca kez bölünmüştür. Bazı hücreler, yaşam boyunca her gün milyarlarca kez bölünürler. Fakat moleküler mekanizmalar hakkında bilgiler tam değildi ve bugüne kadar kromozomların sitokinezin bu adımında aktif rol oynadığı bilinmiyordu.

KUSURSUZ BİR BÖLÜNME
Hayvan hücrelerinde, kromozomların ayrılması, bölünen hücrelerden oluşan kardeş hücrelerin birbirinden ayrılmasını takip eder."  Bölünme bir komplekstir ve süreç düzgün ilerlediğinde genellikle bir sorun oluşmaz. Fakat DNA ayrılmasında ya da sitokinez boyunca bir hata meydana geldiğinde kanser tetikleyen bir köken oluşabilir."Hickson.


Mikrotübül olarak adlandırılan hücre içerisindeki yapı, bölünme süresi boyunca kromozomları hücrelerin zıt kutuplara çekilmesini içerir. " Diğer mikrotübüler, hücrenin korteksine sinyal gönderdiğinde, kromozomlarda bulunan kinetokorlar vasıtasıyla mükrotübüller fiziksel olarak kromozomları birbirinden ayırır. Buna ek olarak şu ana kadar kromozomların bölünmede sadece pasif rol oynadığına inanılıyordu ve sitokinezi etkilemiyorlar fakat yapılan çalışmalar sayesinde bu bilgilerin doğru olmadığı görülmüştür.

KROMOZOMLARIN AKTİF ROLÜ
İlk olarak, ileri teknolojili mikroskop ve güçlü genetik araçları kullanılarak meyve sineğinin hücrelerinde çalışmalar yapılmıştır. Araştırma grubu, kromozomların, mikrotübül aktivitesini sağlamlaştırmak için hücrenin korteksini etkileyen sinyaller salgıladığını keşfetmişlerdir. Bu sinyallerden bir tanesi bir enzim kompleksi-kinetokorlarda bulunan ve Sds22-PP1 olarak bilinen bir fosfataz- vasıtasıyla hareket etmektedir.
Hücre bölünmesi kadar temel olan işlemlerin, sinekten insana evrimsel olarak muhafaza edilmesi umulmaktadır." Meyve sinekleri tarafından yapılan oldukça güçlü olan bu sistem, insan biyolojisini anlamakta yardımcı olacaktır. "Kromozomlar ayrıldığında, hücrenin kutuplarında bulunan membranlara yaklaşırlar ve bu enzimin aktivitesi sayesinde polar membranın yumuşamasına katkıda bulunur, hücrenin uzamasını kolaylaştırır ve bir sonraki bölünme ekvatorda meydana gelir."

ARAŞTIRMALARDA YENİ BİR YOL
Bu mekanizmanın keşfi, hücre bölünmesi süreci hakkında bilinenlere ilave olarak oldukça önemli bir ilerlemedir. " 100 yıldan uzun süredir hücre bölünmesini takip ediyoruz. Bu oldukça önemlidir çünkü hücre bölünmesi yaşamın ve belli hastalıkların merkezidir. Hickson.
Aslına bakılırsa, bütün kanserler kontrol edilemeyen hücre bölünmeleri tarafından karakterize edilir ve bu sürecin askıya alınması, kanserin oluşması ve yayılmasını önleyen iyileştirici müdahaleler için potansiyel hedeflerdir. "Fakat bu basit işlemler ve hücre bölünmesini kapsayan sinyaller hakkında bilgilerimizi geliştirmek ve bu bilgilerden nasıl yararlanabileceğimizi görmek zorundayız. Ayrıca insan vücudundaki farklı hücre tipleri hatta aynı dokudaki hücreler her zaman aynı yoldan bölünmezler. Örneğin, kök hücresi asimetrik bir şekilde bölünürken, düğer çoğu hücre simetrik bir şekilde bölünür ve biz hala bu moleküler evrelerin farklılığını anlayabilmiş değiliz. Sağlam ve iyi karakterize edilen genetik modelleri yardımıyla,örneğin meyve sineği, bu süreçleri anlamaya çalışacağız. Sonunda, kanser hücrelerinin bölünmesinin engellenmesi için çoğu özgül terapilerin akılcı dizaynının oluşturulması sağlanacaktır."Hickson. 

ŞİZOFRENİ GENETİK BİR HASTALIK MIDIR ?





Şizofreni hastalığında yapılan çalışmalar oldukça ilerlemesine rağmen hastalık için spesifik etiyolojik faktörler ve patogenik süreçler tam olarak açıklanamamıştır. Eskiden beri etiyoloji üzerine görüşler organik ve psikososyal olmak üzere ikiye ayrılmıştır fakat günümüzde bu hastalığın nedeni olarak beyinin gelişim sürecinde bir bozukluk sonucu oluştuğu düşüncesi kabul edilmiştir. Asıl nedeni kanıtlanamamış beyin bozukluğu olsa bile bu hastalığın ne zaman oluştuğu ve hangi dönemlerde daha şiddetli bir hal aldığı üzerinde yoğunlaşılmıştır.

Yeni yapılan bir çalışma şizofrenin genetik yapısını anlamaya yardımcı olmuştur. 
Son yapılan çalışmanın bulgularına göre, bir insandaki genetik materyalin değişikliğe uğraması, şizofreni hastalığının gelişmesine neden olan bir etkidir.Bu yeni çalışma nadir görülen kodlanan mutasyonlar yerine bu mutasyon sonucu oluşan proteinlerin etkisine odaklanmıştır. Bulgulara göre, şizofreni hastalığının görüldüğü kişilerde bu mutasyonların normale göre daha yüksek miktarda kodlandığı görülmüştür.


"Şizofreni hastalarının normal bireylere göre daha fala mutasyona sahip olduklarını gösterirken, şizofrenide rol alan özgül mutasyonları görüntülemekte başarısız oluyoruz." Loes Olde Loohuis- UCLA's Center For Neurobehavioral Genetics.
"Fetal beyin gelişiminde oldukça önemli rol oynayan genler, bu mutasyonlardan etkilenir. Şizofreni bir hastalıktır ve beyin gelişiminin erken evreleri boyunca oluşabilir. Bizim bulgularımız en çok destek gören hipotezi oluşturmamızı sağladı."Roel Ophoff-Center for Neurobehavioral Genetics.
 Şizofreni, Amerika Birleşik Devletlerinde yaklaşık 2-3 milyon insanı etkilemektedir. Halüsinasyon, dağınıklık, çevreden ve gerçekliklerden uzaklaşma olarak karakterize edilir. Şizofreni, işsizliğe, etrafındaki insanlardan uzaklaşmaya, kendi dünyasında yaşamaya ayrıca yaşam kalitesine önemli derecede zarar vermesine neden olabilir.


Ophoff ve arkadaşları sıralama temelli teknolojiyi kullanarak 1000'den fazla şizofreni hastalarından elde ettikleri 250.000 adet değişikliğe uğramış DNA bölgelerini, normal bireylerden aldıkları örneklerle karşılaştırmışlar. Şizofreni hastalarının bu hastalığa sahip olmayan bireylere göre gen bölgelerinde daha fazla değişikliğin olduğunu görmüşlerdir.
 "Şizofreni hastalarının değişikliğe uğramış büyük bir genetik bileşene sahip olduklarını bildiğimiz halde bu özgül biyolojik metabolizmanın işleyişini tam olarak bilmiyoruz. Araştırmalarımız, insan genomu boyunca nadir görülen değişmiş kod bölgelerini gösterir ayrıca kompleks genetik yapıya katkıda bulunur." Ophoff.


11 Temmuz 2015 Cumartesi

KÜRESEL ISINMA EN ÇOK HANGİ CANLIYI ETKİLİYOR ?




Yaşadığımız ekosistemde bir çok canlı bulunmaktadır ve bu canlıların birbirleriyle olan etkileşimleri ile yaşam döngüsü sürdürülmektedir. Yaşam dediğimiz bu döngüde bir eksiklik meydana gelse ne olur ? Yaban arılarının bu etkileşimdeki rolü nedir ? Arısız bir dünyada yaşam mümkün müdür ? Küresel ısınma en çok hangi hayvanları etkilemektedir ?
  
 Hem Avrupa da hem de Kuzey Amerika da bulunan ve tozlaşmada oldukça büyük bir öneme sahip olan yaban arılarının, global ısınma yüzünden gün geçtikçe yaşam alanlarının daraldığı, iklim değişikliğinin etkileri üzerinde yapılan kapsamlı çalışmalar sonucu bilim insanları tarafından gözlenmiştir.
Araştırmacılar, yaban arısının geçmişten günümüze kadar bulunan 420.000' den fazla türünü incelemişler ve iklim değişikliği yüzünden kıtasal bir ölçekte yaban arılarının azaldığını onaylamışlardır.

Yaban Arılarında Gözlenen Azalmanın Ekonomiye Etkisi

"Arıların yaşam alanlarında gözlenen daralma yaban arıları için oldukça tehlikeli bir durumdur. Yaban arıları bir çok bitkiyi tozlaştırarak  insanlar ve yaban hayatı için besin sağlar." diyen Vermont Üniversitesinde bir bilim insanı olan Leif Richardson, yeni araştırmalarda önderlik etmektedir. Aynı zamanda: "Eğer yaban arılarındaki bu azalmayı durduramazsak yüksek besin fiyatları, azalan çeşitlilik ve diğer sorunlarla karşı karşıya kalacağız." demiştir.

Ottawa Üniversitesinde bir biyolog olan Jeremy Kerr " Polinatörler, besin kalitesi ve ekonomimiz için hayati önem taşırlar ve iklim değişikliği yüzünden bu polinatörlerin geniş çaptaki kaybı her ikisini de azaltacaktır. Bu durumun nedenini anlamaya ve kıtasal ölçekte polinatörler için nasıl bir bakış açısı geliştirebileceğimizi anlamamız lazım fakat bizim yapabileceğimiz en önemli şey sıcaklık artışını azaltacak ciddi bir girişimde bulunmaktır." demiştir.

İklim değişikliği ile içinde kelebekleri de bulunduran oldukça fazla çeşitteki hayvan türlerinin, yaşam alanlarını genişletmek için yayıldığı gözlenmiştir. Çeşitli hayvan gruplarının yaptığı yayılıma göre, Güney kıyılarındaki yerleşim gösterdikleri alanlar sabit kalırken, Kuzey kıyılarındaki yerleşim yerleri Kuzey kutbuna doğru kaymıştır. Fakat yaban arılarında bu davranış gözlenmemiştir. 14 bilim insanından oluşan bir grubun yaptığı çalışmada, kuzeyde bulunan çok fazla sayıdaki yaban arısı türlerini içeren popülasyon herhangi bir yayılım göstermeden mevcut yerlerini korumuşlardır. Fakat güney kıyılarında bulunan popülasyonlar ekvatordan uzağa göç etmişlerdir.
Bu durumu şaşırtıcı bulan Richardson:" Arılar güney kıyılarındaki alanlarını kaybediyorlar ve kuzey kıyılarındaki alanlarında yayılım göstermekte başarısız oluyorlar. Böylece arıların habitat çeşitliliği ve alanı azalıyor." demiştir.

Yeni bir çalışmada, yaban arılarının azalmasındaki nedenin böcek ilaçları olmadığı,  yaban arılarının popülasyonları ve sağlığı üzerinde iki önemli tehdidin olduğunu göstermiştir. Buna karşılık araştırmacılar açık bir şekilde bunun nedeninin yüksek sıcaklığa bağlı olarak ' Yaşam Alanlarındaki Daralma' nın neden olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca iklimsel değişim sonucu daha yüksek irtifalardaki habitat alanlarının da daraldığı bulunmuştur. Yüksek irtifalara hareketin gereksiz olduğu söylenemez ve arılar henüz bu yaşam alanlarını kaybetmiş sayılmazlar fakat er ya da geç bu alanları da kaybedeceklerdir.

Yaban Arılarının Yüksek Sıcaklıkta Azalmasına Getirilen Evrimsel Açıklamalar

110 yıldan fazla zamandır tutulan kayıtlar, yaban arılarının Avrupa ve Kuzey Amerika'da bulunan alanlarından  güney kıyılarında yaklaşık olarak 185 mil (300km) kaybettiklerini göstermektedir. Bu kayıp daha önce eşi benzeri görülmeyen bir olaydır. Yaban arılarının şuan karşılaşmış oldukları bu sorun için evrimsel bir açıklama olabilir. Böcekler aleminin diğer bir çok türü tropikal iklimlerden orjin almışlardır ve bu alanlarda farklılaşıp çeşitlenmiştir. Yüksek sıcaklıklar, onların evrim sürecinde daha iyi bir adaptasyon sağlamalarına izin vermiş olabilir. Böylece iklimsel değişiklikleri tolere edebilirler. Fakat yaban arıları bu böcek türlerine zıt olarak soğuk iklimin görüldüğü alanlardan orjin almıştır ve sıcaklığı tolere edebilecek bir adaptasyon geliştirmemişlerdir. Bu evrimsel açıklama yaban arılarının güney kıyılarındaki yaşam alanlarının daralmasını ve sıcaklık artışı gözlenen kuzeyde yayılmalarının neden geri kaldığını açıklamaya yardımcı olabilir.

Yaban Arılarının Yeni Alanlara Göçünün Desteklenmesi

Bu probleme karşılık olarak bilim insanları etkileyici bir çözüm önermişlerdir. Arı popülasyonlarının yeni alanlara göçü, onların hayatta kalmasını destekleyebilir. Bu 'Göçün Desteklenmesi' fikri koruma biyolojisi arasında on yıldan daha uzun bir süredir değerlendirilmiş ve tartışmaya yol açmıştır. Fakat küresel ısınma devam ederken bu görüş destek görmektedir.

"Bu türlerin, insanların neden olduğu iklim değişikliğinin etkileriyle mücadele edebilmesi için yeni stratejilere ihtiyacımız vardır. Fakat bu çalmada en önemli mesaj ' Sıcaklık artışını durdurmak ya da tersine çevirmektir.'"

Bu bulgular b,r çok bitki için -özellikle bazı ekinler " yaban mersini gibi"- felaket anlamına gelmektedir. Çünkü bu bitkiler tozlaşmak için yaban arılarına bağımlıdırlar. Kısacası yaban arısının olmadığı bir yaşam düşünülemez !

16 Haziran 2015 Salı

İNSANLAR KENDİLİĞİNDEN NASIL YANARAK ÖLÜR ?

Dünya oldukça tehlikeli bir yerdir. Çevremizdeki çoğu şey yanma potansiyeline sahiptir. Peki ya insanlar, dışarıdan hiçbir etki olmadan kendiliğinden yanabilir mi?
Kendiliğinden yanma fenomeni, insanların kendiliğinden hiçbir neden yokken içten gelen bir ateşle yanması olayıdır. Bu olay genellikle ölümle sonuçlanır. Hala nedeni ve nasıl oluştuğu açıklanamamaktadır.
Bir grup insan bu olaylara bilimsel açıklama getirmeye çalışırken, bir grup da parapsikolojik açıklamalar getirmeye çalışmıştır.
Öngörülen BİLİMSEL HİPOTEZLERE göre:
 1.Fitil etkisi hipotezi: Bu görüşe göre insan vücut yağı kişinin kıyafetleri tarafından emilir. Böylece kıyafetler ters bir mum gibi fitil etkisi gösterir ve herhangi bir nedenle ateş alan kıyafetler kendiliğinden yanma olayına neden olur.
2.Statik elektrik hipotezi:Bu hipoteze göre kişinin vücudundaki statik enerjinin artması sonucu ani bir parlamayla tetiklenen yanma olayıdır.
Bir diğer gruptaki insanların düşüncelerine göre PARANORMAL AÇIKLAMALAR:
Bu teoriye göre, iç enerji alanlarındaki nedeni bilinmeyen artış sonucu ruhun kontrolsüz bir şekilde yükselmesinden kaynaklanır. Bu olay 9 voltluk bir devreye şebeke elektriği vermekle eşdeğer bir olaydır. Bunun sebebi, astral katlarda yükselmek ve ya oraya sürüklenmek ile ilgili olduğu düşünülmektedir.
Kendiliğinden yanarak öldüğü iddia edilen bazı kişiler:
1.67 yaşındaki Mary Hardy Reeser

Ani ve kuvvetli yanma sebebiyle 70 kilo ağırlığındaki kadından geriye kalan tek şey beyzbol topu büyüklüğündeki kafatası, 450 gr kül ve terlik giydiği bacağıdır.

 Oturduğu yerdeki duvarlar isle kaplanmış, yakınlarındaki prizler ve mumlar erimiş ve oturduğu ahşap sandalye küle dönmüştür. Bir insanı küle dönüştürebilecek kapasitedeki bir yangının,nasıl diğer eşyalara zarar vermeden,sadece kişinin oturduğu yerle sınırlı kaldığı akıl almaz bir olay.

2.51 yaşındaki bayan Conway, torunlarına bakıcılık yaptığı sırada aniden yanmaya başlar.
İtfaiye çalışanları olay yerine geldiği zaman, ortamda oldukça yüksek bir ısının bulunduğunu ve sadece bayan Conway'in bulunduğu yerin yandığını, yangının başka hiçbir yere sıçramadığını belirtmiştir.


3.1725  yılında Nicole Millet'in hayatı trajik bir şekilde ölümle biter. 

Gece boyunca uyuyamayan bayan Millet mutfakta ani bir şekilde yanmaya başlar. Bayan Millet'in eşi garip bir kokuyla uyanır ve nedenini anlamak için mutfağa gider. Bu korkunç manzara ile karşılaşan eşi anında polisi arar fakat soruşturma sonunda eşini öldürmekle suçlanır. 

29 Mayıs 2015 Cuma

SİGARA DUMANININ PASİF İÇİCİ ÜZERİNDEKİ İLGİNÇ ETKİSİ




Sigara, içen kişi üzerinde bile çok tehlikeli olmasına rağmen pasif içici üzerinde de oldukça zararlıdır. Pasif içiciler üzerinde yapılan çalışmalarda, çocuklarda damarlarda daralma ve yüksek tansiyon, yetişkinlerde ise sperm kalitesinde bozukluk gibi etkilerinin olduğu görülmüştür.

 ABD'de yapılan bazı çalışmalarda sigara dumanına maruz kalan kişilerin kilo aldığı görülmüştür. Fareler üzerinde yapılan çalışmalarda sigara dumanı yüzünden farelerin insülin metabolizmasındaki bozukluklar yüzünden kilo aldığı tespit edilmiştir.
Fareler üzerinde yapılan çalışmalarda, fareler iki gruba ayrılmıştır.
1.grup fareler sigara dumanına maruz bırakıldı ve aynı zamanda bol yağlı ve bol şekerli gıdalarla beslendi.
2.grup fareler ise sigara dumanına maruz bırakılmadan sadece bol yağlı ve şekerli besinlerle beslendi.
Deney sonunda sigara dumanına maruz bırakılan fareler kontrol farelerine göre daha fazla kilo aldıkları gözlendi.Daha fazla kilo alan fareler patolojik ve biyokimyasal olarak incelendiği zaman sigara dumanının, bu farelerin akciğerlerinde bulunan Seramid adı verilen küçük yağ moleküllerini aktif hale getirdiği ve seramid molekülünün aktif hale gelmesi, hücrelerdeki mitokondrileri etkileyerek düzenli çalışmasını engellediği belirtilmiştir. Mitokondrilerin düzenli olarak çalışmaması sonucu, hücrelerin insüline olan direnci artıyor ve pankreas bu yüzden daha fazla insülin salgılıyor. Fazla insülin salgılanması fazla yağ üretimine neden oluyor. Bu deneyden sonra araştırmacılar ikinci bir deney olarak; insülinin fazla salgılanmasına neden olan Seramid molekülünü bloke eden bir madde olan Myriocin'i farelere verip gözlem yapmaya devam ediyorlar. Myriocin molekülü Seramid'i engelleyerek, kilo alan fareleri kontrol fareleri kadar sağlıklı bir hale getirdiği görülmüştür.
 Bu deneyler her ne kadar fareler üzerinde yapılsa da, sigara dumanının pasif içici üzerindeki etkisinin aynı olacağı düşünülmektedir. Yapılan son çalışmalarla Seramid-bloker'ın insanlar üzerinde güveni olup olmadığı araştırılıyor. Böylece pasif içicileri sigaranın bu olumsuz etkisinden koruması sağlanacaktır.

26 Mayıs 2015 Salı

UYKUSUZLUĞUN BEYİNDE YARATTIĞI GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN ETKİLER



Kronik uykusuzluk beyinde geri dönüşü olmayan etkiler yaratıyor. Daha önce yapılan araştırmalar uykusuzluğun, diyabet, yüksek tansiyon ve bazı kanser türleri gibi hastalıklara neden olduğunu göstermiştir. Fakat University of Pennsylvania tarafından yapılan çalışmalar ile uykusuzluğun nöral boyuttaki etkileri araştırılmıştır.
Bu araştırmada 3 ayrı fare grubu kullanılmıştır. 
1. grup farelere uyku düzenini bozacak ve engelleyecek hiçbir müdahale yapılmamış ve normal uyumaları sağlanmıştır.
2. grup fareler kısa süreliğine uykusuz bırakılmıştır.
3.grup fareler ise uzun süreli uykusuz bırakılmıştır.


Sonuç olarak kronik uykusuzluk nöronların 4'te 1'ini geri dönüşümü olmayacak şekilde olumsuz etkilemektedir.
*Kısa süreliğine uykusuz bırakılan farelerde beyindeki atık maddeleri temizlemekte görevli olan Sirtuin-protein adındaki molekül az salgılanmakta ve bu yüzden bu fareler labirent deneylerinde oldukça düşük bir başarı göstermektedirler.
*Uzun süre uykusuz bırakılan farelerde ise bu molekül hiç salgılanmamıştır ve beyin hücrelerinin yaklaşık %25'i hasar görmüştür. Bu fareler labirent deneylerinde başarısız olmuşlardır.
*Uyku düzeniyle oynanmayan farelerde bu molekül normal bir şekilde salgılanmış ve fareler gayet sağlıklı kalmışlardır. Ayrıca labirent testlerinde oldukça fazla başarı göstermişlerdir.


SİGARANIN BİLİNEN ETKİLERİNDEN DAHA FAZLASI



Sigaradan her yıl yaklaşık olarak 4 milyon insan ölmektedir. Sigarada akciğer, gırtlak, yemek borusu, pankreas, böbrek, rahim, ağız içi, mide, prostat kanserleri, lösemi, kalp damar hastalıkları, astım, bronşit, kangren ve bir çok hastalığa neden olmaktadır. Fakat yapılan son çalışmalarda bu hastalıklara bir yenisi daha eklenmiştir.
New England Journal of Medicine dergisinde yayınlanan makalede, sigaranın şu ana kadar bilinmeyen bir etkisi olduğu belirtilmiştir. Bu çalışma, 2000-2010 yılları arasında 55 yaş üstü bir milyon insan üzerinde yapılmıştır. Bu insanlardan sigara kullananlarda böbrek yetmezliği ve enfeksiyonlarının görülme ihtimalinin %17 arttığı görülmüştür.
Sigara, kalp damar hastalıkları ve kanser gibi hastalıklardan tamamen bağımsız bir şekilde böbrek yetmezliği ve enfeksiyonlara yakalanma riskini %2-3 oranında arttırmaktadır.
Sigaranın vücuda vermiş olduğu olumsuz etkiler ancak sigara bırakıldıktan 15 yıl sonra temizlenmektedir. Yani sigarayı ne kadar erken bırakırsanız o kadar iyi.

19 Mayıs 2015 Salı

ERKEN YAŞLANMA ENGELLENEBİLİR Mİ ?



Bilim adamları, DNA'nın sıkı paketlenen kısımlarındaki -normal hücre fonksiyonlarından sorumlu olan bölgelerdir- bozuklukların tersine çevrilir olduğunu ve Alzheimer gibi yaşla bağlantılı olan hastalıklar için yeni tedavilere olanak sağlayabilecek bu sürecin nasıl çözüleceğini keşfetmişlerdir.
ABD' de Salk Enstitüsünden ve Çin' de Bilim Akademisinden araştırmacılar, Werner Sendromunun altındaki nedenleri araştırırken, genetik bir rahatsızlığın bireyleri normalden daha hızlı bir şekilde yaşlandırdığını bulmuşlardır. Bu durumdaki insanlar, katarak, tip-2 diyabet, kemik erimesi, kanser ve çoğunlukla 40-50 yaşlarında ölüm gibi ileri yaş hastalıklarından acı çekmektedir.
DNA'nın sıkı paketlenmesine -heterokromatin olarak bilinir- ve DNA'nın kararlı yapısının bozulmasına neden olan bu sendrom, normal hücre fonksiyonlarında aksaklıklara ve hücrelerin erkenden yaşlanmasına neden olur. Bu sendromdan genetik mutasyon sorumludur.
"Normal DNA paketlenmesindeki bu bozukluk, yaşlanmayı güçlendirici bir anahtardır. Yaşlanmanın merkezi bir mekanizması olarak tanımlanır -heterokromatin düzensizlikler- ve tersine çevrilebilir olduğu gözlenmiştir."
Mutant WRN geni, Werner sendromuna neden olan bir protein sentezler. Normalde mutant olmayan bu genin proteini, bir kişinin DNA'sının bütünlüğünü ve yapısını korumada yardımcı olur fakat bu proteinin fonksiyonel olarak bozuk olan formları -yani mutantları- insanlarda DNA'nın onarılması, replikasyonu ve genlerin ifade olmasında aksaklıklara neden olabilen Werner sendromunu oluşturur.
Araştırmacılar ilk başlarda bunun yaşlanmanın bir faktörü olabileceğini düşünmüştür. Fakat fonksiyonel olarak bozuk olan proteinin, ciddi işlevleri olan hücreleri nasıl etkilediği tam olarak açıklanamamıştı.


En son yapılan çalışmalarda, embriyonik kök hücrelerinden WRN genini kontrol etmek için tasarlanan bir gen teknolojisi kullanmıştır. Bu kök hücreler, vücutta herhangi başka hücrelere dönüşmeye devam edebilen hücrelerdir. Bu hücreler, Werner sendromunun görüldüğü hastalardaki genetik mutasyonu taklit ettiler ve  sağlıklı hücrelerden daha hızlı yaşlandılar.
Çalışmalarda ayrıca, heterokromatinin yapısal bozukluğuna neden olan bu genin delesyona uğrayabileceğini gözlemlenmiştir. Hücrelerin çekirdekleri içerisinde bulunan bu DNA yığınları, genlerin aktivitesinin kontrolü ve hücrelerin içindeki moleküler fonksiyonların normal bir şekilde devam etmesine yardımcı olur. 
Bu DNA yığınlarının dışındaki kimyasal değişimler, heterokromatin yapılarını, genlerin aktifleşmesini ya da etkinliğinin durdurulmasına neden olan değişimler yapabilir. 
En son yapılan deneylerde, mutant proteinlerin kimyasal değişimlerle etkileşime girdiğini ve heterokromatik DNA yapısının kararlılığının bozulmasına neden olduğu gözlemlenmiştir.

17 Mayıs 2015 Pazar

ÇİKOLATALAR BELLİ BİR SÜRE SONRA NEDEN BEYAZLAR ?



Çikolataların belli bir süre sonra sıcak ya da soğuk ortam fark etmeksizin beyazladığını görürüz. Peki bunun nedeni nedir ?
Çikolatada meydana gelen bu değişimler uzun zamandır "yağ çiçeklenmesi" olarak adlandırılıyordu. Yağ çiçeklenmesi; kakao yağı gibi sıvıların yüzeye çıkıp kristallenmesi olayına verilen addır. 
Bazı araştırmacılar bu olayı ilk kez gözlemlediler ve elde ettikleri sonuçları Applied Materials & Interfaces dergisinde yayınladılar.
Araştırmacılara göre yağ çiçeklenmesi olayının nedeni kapiller etkiden kaynaklanmaktadır.
Araştırmacılar, çikolata karışımının içinde bulunan maddeleri -kakao, süt tozu, şeker ve kakao yağı- toz halinde bir araya getirdikten sonra yüksek enerjili x-ray ile kristal yapıları incelediler. Toz örneklerinin içine bir kaç damla ayçiçek yağı damlattıklarında, bu yağ çikolatayı yumuşatıyor ve bu şekilde yağ gözeneklerden yukarıya doğru çıkıyor. 
Araştırmalara göre, çikolataların gözenekli yapıları daha sıkı hale getirildiğinde bu kapiller etki azaltılmış olacak ve daha kaliteli ürünler elde edilmiş olunacaktır.
Eğer çikolatanızın beyazlamasını istemiyorsanız çok soğuk olmamak şartıyla 18 derecede saklarsanız beyazlama görülmeyecektir.

14 Mayıs 2015 Perşembe

SİVRİSİNEKLER NEDEN SENİ DAHA FAZLA ISIRIYOR ?


  
   Aynı ortamda aynı koşullarda olmasına rağmen bazı insanların baş belası haline gelen sivrisinekler bizi genlerimize göre mi ayırt ediyor? Yeni yapılan bir araştırmaya göre, sivrisineklerin bazı insanları daha fazla ısırmasının genlerle ilgili olduğunu göstermektedir. 
 İngiliz araştırmacılar bu konuya açıklık getirmek için tek ve çift yumurta ikizlerini kullanmışlardır. Yapılan çalışmaların sonuçlarında tek yumurta ikizlerinde eşit sayıda ısırılma varken, çift yumurta ikizlerinde ısırık sayısı birbirinden farklıydı. Çünkü tek yumurta ikizleri genetik olarak tamamen aynıyken, çift yumurta ikizlerinin genetiği birbirinden tamamen farklıdır.
Bu çalışmadan genetik farklılıkların, sivrisinekleri çekme üzerinde etkisi gösterilmiş fakat hangi kromozomun bu konuda etkili olduğu bulunamamıştır. 
Şu ana kadar yapılan çalışmalarda, ten kokusunun, vücut sıcaklığının ve hamile kadınların daha fazla ısırıldığı belirtilmiştir.
Sivrisinek üzerinde yapılan bu çalışmaların önemi, bu canlılar tarafından bulaştırılan sıtma ve dang humması gibi hastalıkları önlemektir.

VİAGRA'NIN BEKLENMEYEN ETKİSİ



İngiliz ve Fransız bilim insanlarının ortak çalışması sonucu Viagra'nın -Dünyanın en ünlü küçük mavi hapları- sivrisinekten yayılan ve Malarya'ya(sıtma) neden olan parazitin yayılmasını durdurmayı başardığını göstermiştir.
Araştırmacılar, ereksiyon bozukluğu ilacının bu büyüleyici yan etkisinin hastalığın yaygın olduğu yerlerde, populasyonları koruyabileceğine ve sıtmayı kontrol altına almada yardımcı olabileceğine inanıyorlar. Bir insan enfekte olmuş sivrisinek tarafından ısırıldığında, sivrisinek vücudunda barındırdığı paraziti-Plasmodium falciparum- bu insanın kan sistemine aktarır. Daha sonra bu parazit bireyin kırmızı kan hücrelerine yerleşir. Enfekte olmayan başka bir sivrisinek hasta bireyi ısırdığında, hasta bireyin kanında bulunan bu parazitler sivrisineğe geçer. Bu şekilde döngü devam ederek hastalık hızlı bir şekilde yayılır.


Viagra'nın etken maddesini bünyesinde bulunduran bir birey, malarya ile enfekte olduğunda,  bu ilaç parazitin bulunduğu kırmızı kan hücrelerinin sertleşmesine neden olur. Bu şekilde parazitle enfekte olan bütün kan hücreleri daha az elastik olmaya başlar. (Normal kırmızı kan hücreleri elastiktir fakat anormal ya da ölmüş kan hücreleri esnekliğini kaybetmiş ve sertleşmiştir. Elastik olmayan kan hücreleri dalağa gider ve burada yıkılırlar.) Bu sertleşen ve elastikiyetini kaybeden kırmızı kan hücreleri, vücudun kanı süzme görevi olan dalak tarafından tuzağa düşürülür. Bu şekilde birey malarya ile enfekte olmasına rağmen parazitle enfekte olmuş kan hücrelerinin başka bir sivrisineğe aktarılmadan vücuttan uzaklaştırılması sağlanır. Böylece döngünün hızlı bir şekilde ilerlemesi engellenir.
Güncel malarya tedavileri, parazitin genç formlarını durdurmayı hedeflemiştir fakat bu yaklaşım alışılmışın dışındadır çünkü tedaviler parazitin erişkin formunu hedef alır. Bu çalışmaya önderlik yapan Ghania Ramdani " Bu strateji, insanlara malarya'nın yayılmasını durdurmak için tasarlanan alışılmışın dışında müdahalelere karşı yeni yollar açar." demiştir.
Viagra sıtma hastalarına verilmeden önce ilacın erekte etme özelliğini engelleyecek değişiklikler yapılacaktır.
Sıtma ciddi bir hastalıktır ve genellikle ölümcüldür.
Hastalık kontrol ve önleme merkezi, her yıl yaklaşık 198 milyon malarya vakasının olduğunu ve 500.000 kişinin ölümüne neden olduğunu tahmin etmektedir. 
Sıtma için şu anda herhangi bir aşı ya da tedavi yoktur fakat bu yılın başlarında GlaxoSmithKline'nın girişimi Viagra ile oluşturulan aşının kısmen etkili olduğunu kanıtladı. Bu aşı hastalığı yaklaşık %30 engellemektedir.
Araştırmacılar, ilaç tamamen etkili olmamasına rağmen aşının geliştirilmesi konusunda ısrarcılar. Bu aşı hastalığı büyük ölçüde tedavi etmede başarılı olabilir.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

TIP TARİHİNDE GERİ ADIM !

    UZMANLAR İNANILANIN AKSİNE GÖBEK KORDONUNUN ERKEN KESİLMEMESİ GEREKTİĞİNİ SÖYLÜYOR...



1950'lerden bu yana göbek kordonu, anneye verilen ilaçların bebeğe zarar vermesini engellemek için bebek doğar doğmaz kesiliyordu. Fakat eski ilaçlara göre daha hafif ve güvenli ilaç kullanılmasıyla, plasentada kalan kanın bebeğe geçmesi için gerekli olan süre boyunca beklenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. 
Ebe Amanda: Bir ebe olarak kordonu hemen kesmek üzerine eğitildim ve 16 yıl boyunca da böyle yaptım. Bu süre boyunca iki oğlum oldu, ikiside eğitim dönemleri boyunca destek almak zorunda kaldılar. Öğretmenlerinden " Neler oluyor ? Astımdan alerjiye, giderek artan otizmden DEHB sorunlarına, sağlığı bozuk bunca çocuk nereden çıktı?" soruları gelmeye başladı. 
Benzer soruları arkadaşlarımda da görmeye başladım. Bir arada çalışan 6 ebeydik ve çocuklarımızın toplam sayısı 14'tü. Bunlardan 6'sı öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklardı.

Bu tabloda bir şeylerin yanlış olduğunu düşünen Amanda gebelikte alkol, sigara, uyuşturucu kullanımı ve şeker tüketimi gibi şüphelere odaklanmış fakat olumlu sonuçlar elde edememiştir. Aynı zamanlarda yayınlanan, OTİZM VE GÖBEK KORDONUNUN ERKEN KESİLMESİ'ne ilişkin çalışmalara odaklanan Amanda, sorunun kaynağı olarak göbek kordonunun kesilme zamanı olabileceğini düşünüyor.
2010'da yapılan çalışmaya göre, kordonları zamanından önce kesilmeyen bebeklerin 214 gram almış olarak hayata başladıklarını gösteriyor.
2011'de yapılan başka bir çalışmada ise, doğar doğmaz göbek kordonu kesilen bebeklerde ileride sinir sistemi gelişmelerini etkileyecek şekilde demir eksikliğine bağlı olarak aneminin daha yüksek oranla görüldüğünü tespit etmiştir.
İngiltere'de doğumların %15'inde resüsitasyon gerekmekte fakat göbek kordonunun yeterli süre boyunca bekletildiği takdirde bu oranın %5'e kadar düşebildiği düşünülüyor.
Göbek kordonundaki kök hücrelerin bebeğe geçmesindeki önemi vurgulayan araştırmacılar, kadınların çömelerek doğum yapmasının bu kök hücrelerinin yer çekiminin etkisiyle bebeğe aktarımına yardımcı olduğunu savunmaktadır.
Uzmanlar,özellikle erken doğumlarda kordonun 30 saniye bile daha geç penslenmesinin organ bozukluklarını engellediği, kan nakli gereksinimini azalttığı, özellikle düşük kilolu bebeklerde görülen kan zehirlenmesi tehlikesini azalttığını vurguluyor.



DİSLEKSİ NEDİR?


Öğrenme, doğumla başlayan ve yaşam boyunca devam eden bir süreçtir.Okullarda eğitime başlamadan önce herhangi bir probleminin olmadığı düşünülen çocukların eğitim dönemi boyunca başarılı olacağı düşünülür.Ancak okul öncesinde bir sorun gözlenmediği halde okul yaşamının başlamasıyla sorun yaşayan bir çok çocuk bulunmaktadır.
       Disleksi, en sık rastlanan öğrenme bozukluklarından birisidir. Disleksi, bireyin kronolojik yaşı,zeka düzeyi ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz önüne alındığında, doğru okuma, okuduğunu anlama ya da hız bakımından beklenenin oldukça altında tespit edilen bir okuma başarısızlığı olarak tanımlanır.
Her beş çocuktan birisini etkileyen, asıl sorunun hafıza ve dille ilgisi olan bir öğrenim bozukluğudur.
Disleksi olan kişiler her şeyi unutur sözler derslerde oldukça fazla sıkıntı yaşarlar. Normal bir insan okuma, yazma ve anlama gibi sözel konularda beyninin sol yarım küresini kullanırken, disleksi olan bireyler beyinlerinin sol yarım küresini kullanmakta zorluk çekerler. Fakat disleksi görülen kişilerde sayısal zeka oldukça gelişmiştir. Bu yüzden okul döneminde fen ve matematikte daha fazla başarılıdırlar. Disleksi görülen kişilerin sözel konuları başaramaması onların sözel zekalarının düşük olduğu anlamına gelmez. Aslında oldukça iyi sözel zekaya sahiplerdir sadece bunu yeteri bir şekilde kullanamazlar. 
Disleksi olan ünlü kişilerden bazıları : Albert Einstein, Walt Disney, Leonardo Da Vinci, 
Bill Gates...


Disleksi olan insanlar, normal bir insanlara göre 2 kat daha fazla hayal gücüne sahiptirler. 
Disleksiyle ilgili ilk bulgular 1896 yılına dayanır. İngiliz doktor olan W.Pringle Morgan, 14 yaşında olan Percy adlı erkek çocuğun her zaman akıllı ve zeki bir tutum içinde olduğu, yaşıtlarına göre hiçbir farklılığının olmadığını hatta oyunlarda oldukça hızlı olduğunu fakat okuma konusunda büyük sıkıntılar yaşadığını gözlemlemiştir. Bu dönemlerde disleksinin görme ile ilişkili bir hastalık olduğu düşünülmüş çünkü disleksinin en belirgin özellikleri : Harflerin ve kelimelerin karıştırılması ve tersten algılanmasıydı. Fakat daha sonra yapılan çalışmalarda disleksinin görme bozukluğu ile alakası olmadığı sadece dil sistemiyle ilgili bir bozukluk olduğu görülmüştür.

DİSLEKSİ'NİN 0-6 YAŞ ARASINDA GÖRÜLEN BELİRTİLERİ
*Kelimeleri yanlış söyleme
*Daire, kare gibi şekilleri kopyalayamamak
*Oyunları sürdürememe ve çabuk sıkılma
*Çatal, makas kullanmada güçlük, bağcık bağlayamamak
*Ayakkabıları ters giyme 
*Taşırmadan boyama yapamama
*Bisiklete binememe
*Benzerlikleri fark edememe
*Sağını solunu karıştırma
*Sıraya koyma güçlüğü

DİSLEKSİ'NİN İLKÖĞRETİM BELİRTİLERİ
*Okul başarısının zekasına ve yaşına oranla oldukça düşük olması
*Yavaş ve yanlış okuma
*Bazı derslerde(matematik gibi) başarılı iken bazı derslerde(türkçe gibi) başarısız olması.
*Bazı harfleri okurken ve yazarken karıştırma
(p-b, b-d, k-t, y-h, 6-9, 2-5)
*Çarpım tablosunu öğrenememe
*Alfabeyi sırasıyla sayamamak
*Yıl, ay, gün gibi kavramları karıştırma
*Beden eğitimi dersinde başarısız olma ( Top tutma gibi eylemlerde başarısız olurlar. Çünkü topun hızını, büyüklüğünü ve yönünü tam olarak anlamakta güçlük çektikleri için harekete geçmekte geç kalırlar.)


Disleksi sorunu olan çocuklarda derslerde başarısız olmak, okumakta güçlük çekmek, çocuğun tembelliğinden ya da çalışmamasından kaynaklanan bir sorun değildir. Böyle bir sorunla karşılaşan ebeveynlerin çocuğa baskı yapmaları haksızlık olur çünkü bu onların elinde olan bir durum değildir. Disleksi, ilaçla tedavi edilebilen bir hastalık değildir. Disleksi görülen çocuklarda yapılması gereken tek tedavi yöntemi iyi bir eğitim almasıdır. Disleksi tamamen bir yapısal sorun olduğu için bu hastalığın tamamen ortadan kalkması mümkün değildir bu yüzden iyi bir eğitmen tarafından verilen eğitim çocuğun öğrenmesini kolaylaştıracak ve hızlandıracaktır.

8 Mayıs 2015 Cuma

THE BLACK DEATH


Bir zamanlar Avrupa'nın oldukça büyük bir bölümünün yol olmasına neden olan ve bugün hala var olan ölümcül hastalık "THE BLACK DEATH".



Antik çağlardan beri bilinen ve 14. yüzyıl boyunca yaklaşık 75-200 milyon insanın ölümüne neden olan bu hastalığın lakabı kara ölümdür ve halk arasında veba olarak bilinir.
Bu hastalık bulaşıcı ve öldürücüdür. Modern ilaçlarla tedavi edilen bu hastalığın fareler tarafından insanlara bulaştırıldığı düşünülse de aslında bir tür pirenin Yersinia pestis adı verilen bakteriler tarafından enfekte olmasıyla bulaşmaktadır. 
Veba hastalığının görüldüğü dönemlerde oldukça fazla fare ölümleri görülmekteydi ve bu farelerle temasta bulunan insanlarda hastalık görülmekteydi. Ölen fareler üzerinde yapılan araştırmalarda farelerin bu pire türüyle enfekte olduğu gözlenmiş.

Yersinia pestis


Yersinia pestis tarafından enfekte olan pire (Xenopsylla cheopis)

Hastalık belirtileri bakteri vücuda alındıktan 2-8 gün sonra gözlenir. Aniden başlayan sırt ve baş ağrıları, ateş, kusma, titreme, nefes darlığı halsizlik, dalgınlık, burun kanaması, lenf bezinde şişme, kan tükürme ve kasık ağrıları gibi belirtiler gözlenir. Bu belirtiler gözlenirse hastanın acilen tecrit edilmesi gerekir ve yakınlarına koruyucu aşılar yapılmalıdır.

Veba Yüzünden lenf nodüllerinin şişmesi

Veba sonucu oluşan kangren

Veba kendini 4 şekilde gösterebilir. 
1.Bubonik
2.Gastro-intestinal
3.Septisemik
4.Pnömonik
14.Yüzyılda kara ölüm olarak kayda geçen salgının bubonik veba olduğu düşünülmektedir.

*14.yüzyılda yaşayan insanlar vebanın tanrının bir cezası olduğunu düşünmüşlerdir. Bazıları ise gezegenlerin diziliminin buna neden olabileceğini düşünmüş. Fakat büyük bir çoğunluk en büyük günahkar olarak Yahudileri suçlamışlardır.


*Bubonik veba hastalığa yakalananların %30-75'ini öldürürken, Septisemik veba hastalığa yakalananların %100'ünü öldürmektedir. Bu yüzden o dönemdeki Avrupalıların bu duruma şükretmeleri gerekmekte midir yoruma açık..

*Hastalığa yakalanan insanların coğu 7 günde ölmektedir. Bunun nedeni ise aşırı derecede kusmadır.



*Doktorların hastaları tedavi yöntemlerinden birisi de gaga şeklindeki maskelerdi. Bu maskeler hastalığın havayla bulaşmasını önlemek için uzun gaga şeklinde yapılardan meydana gelmekteydi. Bu gaganın iç kısmına güzel kokuları olan lavanta doldurularak ölüm kokusunun dışarıda kalması sağlandığı düşünülüyordu.
Gagalı maskenin haricinde ayrıca tüm vücudu bileklere kadar kapatacak şekilde örten ve üstü balmumu ile kaplı olan özel kıyafetler giyerlerdi.


*Bazı orta çağ doktorlarının tedavi yöntemleri ise oldukça ilginçti. Bu doktorlar kötü kokuların vebayı uzaklaştıracağına inanırlar ve hastalarını dışkı ve idrarla tedavi ederlerdi. Tabi ki bu iyi bir durum olmanın haricinde oldukça zararlıydı.


*Veba boyunca insanlar banyo yapmaktan korkmuşlardır çünkü banyo yapınca vücudu kaplayan kirin ortadan kalkmasıyla deri gözenekleri açılıp hastalığın bu gözeneklerden vücuda girebileceği düşünülmüş.



*Kara ölüm Avrupa'nın ilk defa karşılaştığı veba salgını değildi.Roma İmparatorluğu 1. Justinian döneminde görülen ve bu yüzden Jüstinyen vebası olarak adlandırılan salgın 6.yüzyılda yaklaşık 50 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur.



*San Francisco'da 1900'lerde küçük bir salgın yaşanmıştır fakat medikal gelişmeler sayesinde yalnızca 113 ölüm meydana gelmiştir.




*Bubonik veba günümüzde hala mevcuttur. Geçmiş yıllarda Madagaskar'da patlak veren veba modern antibiyotiklere dirençliydi.


*Pireli sıçanlar uzun zaman boyunca vebayı bulaştırdıkları için suçlanmıştır fakat son verilere göre çöl faresinin vebayı bulaştırmada etkili olabileceklerini göstermiştir.